Bahçemizdeki erik
ağacına tırmanıp en yüksek yerinden atlayan, akıl sağlığının pek yerinde
olmadığını düşündüğüm biriydi o. Adı Hasan'dı. Nam-ı diğer Uçan Hasan. Gelişigüzel
koyulmuş bir lakap değildi bu. Uçmak en çok Hasan'a yakışıyordu. Ağaçtan atlama
eyleminden hiçbir şekilde sıkılmaz, her defasında da aynı keyfi alırdı.
Uçtuğunu düşünür, her yere düştüğünde de "gördünüz mü, nasıl uçtum?"
derdi dört katlı apartmana dönerek. Belki de duvarları seyirci edinmişti ya da
pencereler alkışlıyordu onu, bunu tam olarak bilmiyordum. Bir yaz günü
tanışmıştım onunla. Erik çeken canım, aklımı çelmiş; çıkarcı bir sebeple
Hasan'ın yanına gitmeme sebep olmuştu. Balkondan Hasan'ı izlerken, "o
kadar tırmanıyorsun, bir tane bile erik yediğini görmedim, atladığında birkaç erikle
birlikte atla da birlikte yiyelim" demiştim. Gülen gözleriyle yüzüme
bakıp, ”tamam” dercesine kafasını sallamıştı. Alnını kapatan saçları gözlerine
erişmişti. Eğer 60'lı yıllarda İngiltere'de bulunsaydı, Beatles grubunun
beşinci üyesi sanılabilirdi. Olumlu cevap almamdan mütevellit, apartman
merdivenlerini ikişer ikişer indim. Kurulan sofrada eksik bir şey olduğunu fark
edip, "oğlum bir koşu şunu şunu al da gel bakkaldan" diyen annemin
sözleri ardından inerdim merdivenleri böyle, aceleci ve heyecanlı bir şekilde,
ikişer ikişer. Yanına indiğimde, ceplerinden taşan erikleri avuçlayarak bana
uzattı. Bu sefer ağaçtan atlamamış, çıktığı gibi inmişti toprağa. Gözlerime
bakarak, "bu sefer uçmadım, uçsam erikler de uçardı" dedi.
"Anlıyorum" dedim, ilk defa birini gerçekten anladığımı hissederek.
Uçmayan erikleri avucuma bıraktı gülümseyerek.
O an uçan erikler yarattım zihnimde, pelerinli yeşil erikler, diğer
meyve ağaçlarına musallat olan çocukları uzaklaştırıyordu ağaçtan. Sanki
zihnimi okumuş gibi güldü gözleriyle Hasan. Gözleri öyle parlaktı ki, göz
damlalarını kıskanabilirdi insan. "Acaba kaç işçi çalışıyor?" diye
düşündüm gözlerinde. Dolgun bir maaşı kesinlikle hak etmişti gözlerindeki
işçiler. Babamda işçiydi bir fabrikada, sabahın erken saatlerinde işe giderdi,
işten geldiğinde de ya çok uykulu olurdum ya da uyumuş. Aynı evde olmamıza
rağmen bir türlü görüşemiyorduk. Babamın çalıştığı, daha önce hiç görmediğim
fabrika canlandı o an kafamda. Güneş gibi parlaktı fabrika, tıpkı gözleri gibi
Hasan'ın.
Eve döndüğümde anneme
Hasan’dan bahsettim. Adını duyunca fal taşı gibi açıldı gözleri. Üçüncü kattaki
Seliha’nın oğluymuş. Deli diyorlarmış Hasan’a. Onunla görüşmeyecekmişim, bana
bir şey yapabilirmiş. Bunu düzenli olarak gittiği günlerden öğrenmiş. Babası pilotmuş
zamanında. İki yıl önce İzmir’e uçarken bir martı sürüsü intihara kalkışınca
olan seksen yedi yolcuya ve mürettebata olmuş. Babasının ölümünden sonra da
Hasan; kendini uçak, erik ağacını gökyüzü, toprağı da pist edinmiş. Canım erik
çekerse de, babama söyleyecekmişim o bize alırmış.
Annem bunları
sıralarken, martıların saygınlığı huzurumda oldukça artmıştı. Lakin gökyüzü kıskanılacak güzellikteydi ve
bir uçağın motorunda binbir parçaya bölünmeye de değerdi. Hasan’ın deli
hikayesi de tarafımca ciddiye alınmasa da, o günden sonra bir iki karşılaşma
haricinde Hasan’la vakit geçirememiştim. O uçtu, ben ona balkondan baktım, ta
ki Hasan’ın erik ağacı yerine, salonun camını tercih etmesine kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder